LÜTFİ ÖMER AKAD KİMDİR?
Vurun Kahpeye filmi ile başlayan sinema kariyerini halk masalları uyarlamalarıyla sürdüren, polisiye filmlerle sinema dilini geliştiren Akad, Türk sinemasında tiyatro geleneğinden sinema tekniğine geçişi başlatan yönetmendir. Türk Sinema tarihi yazarlarının "Muhsin Ertuğrul'dan Sonraki Sinemacılar Dönemi" diye adlandırdığı dönemin en önemli ismi şüphesiz Lütfi Ö. Akad'dır. Akad, kendinden önceki sinemacılardan farklı olarak sinema tekniği ve diline yeni bir anlayış getirmiştir. Yalnızlar Rıhtımı, Hudutların Kanunu, iç göç sorununu ele aldığı üçleme; Gelin, Düğün, Diyet, Vesikalı Yarim ve Bir Teselli Ver yönetmenin önemli filmlerindendir. Çağan Irmak, büyük gişe başarısı elde eden filmi Babam ve Oğlum'u Akad'a ithaf etmiştir. 2 Eylül 1916'da İstanbul'da dünyaya geldi. Jeanne d'ARC Fransız okulunda eğitimini tamamladıktan sonra Galatasaray Lisesi'ne devam eden Akad, 1942 yılında İstanbul Yüksek İktisat ve Ticaret Okulu'nun Maliye Bölümü'nü bitirdi. Vatani görevini tamamladıktan sonra bir süre Osmanlı Bankası muhasebe bölümünde çalışan Akad, daha sonra Lale Film şirketinde muhasebeci olarak çalıştı. Halkevleri tarafından hazırlanan çeşitli tiyatro oyunlarının dekor işleriyle ilgilenen ve amatör oyuncu olarak sahneye çıkan Akad, Beş Sanat adlı bir edebiyat dergisi çıkardı.
Akad'ın sinemaya ilk adım atışı Şakir Sırmalı'nın yönettiği 1946 yapımı Domaniç Yolcusu adlı filmle oldu. Filmin yapım yönetmenliğini üstlenen Akad, rejisörlüğünü Seyfi Haveri'nin yaptığı, Damga isimli filmin bazı sahnelerini çekerek ilk yönetmenlik tecrübesini gerçekleştirdi.
Lütfi Ö. Akad'ın yönetmenlik koltuğuna oturduğu ilk filmiyse Vurun Kahpeye'ydi. Halide Edip Adıvar'ın aynı adlı romanından beyaz perdeye aktardığı film, hasılat rekorları kırdı, büyük ilgi gördü. 1949'da izleyiciyle buluşan bu filmden sonra 1950'de senaryosunu da kendisinin yazdığı müzikal yapım Lüküs Hayat'ın yönetmenliğini yapan Akad, daha sonra Tahir ile Zühre, İngiliz Kemal Lawrens'e Karşı ve Arzu ile Kamber gibi filmleri yönetti. 1952 yılındaysa gerçek bir olaydan esinlenerek yapılan ve Ayhan Işık'ı üne kavuşturan filmi Kanun Namına için kamera arkasına geçti. Bu film Akad'ın baş yapıtlarından biri olmasının dışında "Polisiye türdeki kent filmleri" furyasını da başlattı.
1955 yılında Yaşar Kemal'in senaryosunu yazdığı Beyaz Mendil'le ikinci büyük çıkışını yakalayan Akad'ın 1959'da çektiği ve Attila İlhan'ın senaryosunu yazdığı Yalnızlar Rıhtımı isimli filmi o dönemde büyük tartışmalara yol açtı. Akad sinemasının dönüm noktalarından biri de 1967 yılında Yılmaz Güney'le birlikte senaryosunu yazdıkları Hudutların Kanunu'ydu. Vesikalı Yarim, Bir Teselli Ver ve Yaralı Kurt gibi büyük ilgi gören yapımlardan sonra Akad üçlemesi için kolları sıvadı: Gelin (1973), Düğün (1973) ve Diyet (1974). Türk sinema tarihinin en önemli üçlemesi olan filmlerde genel olarak iç göç sorununu ele alan Akad, Gelin'de Yozgat'tan İstanbul'a taşınan bir ailenin büyük kentte yaşadıkları sorunları, Düğün'de Şanlıurfalı bir ailenin aynı eksende başına gelenleri ve Diyet'te ise emekçilerin dramını anlattı.
1964 ve 1974 yılları arasında 10'a yakın belgesel ve TV filmi çeken usta yönetmen, 1974'ten sonra yönetmenlik yapmadı. Türk sineması tarihini önemli süreçleriyle anlattığı Işıkla Karanlık Arasında adlı deneme kitabını da yazan Akad, Topuz, Ferman, Pembe İncili Kaftan, Diyet, Bir Ceza Avukatının Anıları ve Dört Mevsim İstanbul gibi TV filmlerine de imza attı.
Hikayeleri ele alış tarzı ve onları anlatımındaki yalınlıkla, kendi sinema dilini oldukça kişiselleştirmiş olan Akad, İtalyan Yeni Gerçekçileri gibi kamerayı sokağa çıkarmıştır. Filmlerinde dekor yerine mekan kullanan yönetmenin tarzı kendisinden sonra gelen tüm sinemacıları etkilemiştir.

LÜTFİ Ö. AKAD VE SİNEMASI ÜZERİNE
Heyecanlıyım,çünkü “ustasız bir sinemanın ilk -ve bence en önemli- ustasını” anlatmanın gururunu yaşıyorum ve üzerimdeki yükün farkındayım.Dilim döndüğünce,kelimeler kifayet ettiği müddetçe,Lütfi Ö. Akad’ı ve sinemasını,sinemasının Türk Sineması için önemini anlatmaya çalışacağım.
Yukarıda yazmış olduğum ansiklopedik bilgileri bir yana bırakarak başlamak istiyorum araştırmama.Bir yönetmen düşünün ki,daha yeni yeni yapılanmakta,yerleşmekte olan bir ülkenin,yepyeni bir cumhuriyetin ilk “sinemacı” yönetmeni.Bir yönetmen düşünün ki öncesinde bu işi,yalnız kendisinin yapabileceğini savunan usta bir “tiyatrocu” nun elinden kamerasını alıp,“sinema bir sanattır” diyebiliyor.Ve bir yönetmen düşünün ki,kendi oyuncularını,kendi “sinemacılarını” –ışıkçısını,görüntü yönetmenini, kameramanını,set işçisini- oluşturuveriyor ve anlatmaya başlıyor kamerasını kullanarak,söylemek istediklerini…
Evet duygusal bir giriş olduğunun farkındayım,lakin bizler,biz sinema öğrencileri,Lütfi Akad’ın sinemamız için öneminin,dünya sineması için öneminin farkında mıyız?Tereddüt etmeden cevaplıyorum;HAYIR!
“Bunalımlı günler vardır.İnsan ne yaptığını,nereye gittiğini bilemez.Öyle günlerden birini yaşıyordum.İki buçuk yıllık askerlikten yeni terhis olmuştum,bir yerde çalışıyordum ve annem beni evlendirme telaşı içindeydi…” Bu cümlelerle başlıyor,bizzat kendi yazdığı “Işıkla Karanlık Arasında” adlı kitabı ve ilk baştan anlıyoruz,karşımızda sıkılgan,dertli,oldukça duygusal ve bir o kadar da şartlar karşısında nasıl davranması gerektiğini bilen bir “insan” var.İnsan kelimesinin üzerine özellikle basıyorum,çünkü bizler sinema öğrencileri, öğretmenler,sinema eleştirmenleri çoğu zaman atlıyoruz karşımızdakinin dünyasını,dünyaya bakışını.Bir filminden anlamaya çalışıyoruz hemen ne yapmak istediğini.Hele de bir filmi kötüyse,becerememişse,olmamışsa “yapamamış,yapamaz da zaten” diyoruz ve geçip gidiyoruz.Ne yazık ki bizler,kendi sinemasına,katı bir oryantalist gibi bakan,sinemasını anlamaya çabalamayan bir geçliğiz…
Yıl 1946.Bunalımlı ve buhranlı çalışma günlerinden birinde,sinema hayatı başlayıverir Akad’ın.Bir bankada kendi halinde sıradan bir memur iken,kendini tamamlanmamış bir filmin birkaç sahnesini çekerken buluverir.Ve “O zaman sinema bir “iş” değildi…Sinemayı,sadece tiyatrocular bir ek gelir olarak yapıyorlardı…Aslına bakılırsa hala bir “iş” değil...Olsa olsa bir tutkudur sinema…Akıllı uslu insan işi değildir,tutkulu insan işidir…”derken,aslında ilk başlarda sinemaya mesafeli,ama bir o kadar da içindeki tutkuyu gizleyemeyecek kadar heyecanlı olduğunu görüyoruz büyük ustanın.Eksik sahnelerini çektiği “Damga” isimli filmden sonra bir süre olanaklarını,amaçlarını,elindekileri ve o dönemi gözden geçirerek gözünü korkutsa da,başlayıveriyor “Vurun Kahpeye” filminin çekimlerine…

Halide Edip Adıvar’ın aynı adlı eserinden yola çıkılarak çekilir film.Senaryosunu da eserden uyarlayarak yazar ve çoğu tiyatrocu olan kalabalık bir oyuncu kadrosu ile çekimlere başlar.Ekipmanın yetersizlikleri yıldırmaz Akad’ı.Önce birkaç tane boy aynası kestirtir set çalışanlarına ve ışık problemini çözülür.Gün ışığını istediği bölgelere doğru yansıtarak aydınlatma işlemini gerçekleştirmekte ve filminin çekimlerini son hızla sürdürmektedir. Görüntü yönetmeni Lazar Yazıcıoğlu dönem şartlarına göre muazzam bir iş çıkartmıştır. Adapazarı belediye itfaiyesi yağmurlar yağdırmış,iç çekimler Adapazarı’ndaki köy evlerinde yapılmış,gece ve gündüz şehrin bütün sokakları dev bir platoymuşçasına kullanılmıştır.Filmin yıkama aşamasının ise bir mucize olduğundan bahseder anılarında Akad.Film,bir sigara ışında,kimyevi maddeler avuçla ölçülerek yıkanır ve kurgusu Akad tarafından,filmi görebileceği bir ekran olmadan,ilk defa olmak üzere yapılır.Ve film o yıl çok büyük iş yapar ve hem Akad’a,hem de yapımcısı Hürrem Erman’a oldukça iyi bir para kazandır.Yıl 1949’dur.
“Vurun Kahpeye”nin üzerinde uzun uzun durmamın nedeni,Akad’ın naif ve duygusal yapısının yanı sıra,mücadeleci ve içten içe hırslı bir yapısının olduğunu göstermektir.İlk filmini çeken bir yönetmenin,sineması henüz olmayan bir ülkede,sanki ilerleyen yıllarda sinema adına,iyi bir şeyler olacağını hissediyormuşçasına film yapması saygı duyulması ve dikkate alınması gereken bir husustur.
Bu filmlerin ardından,pratikliğini geliştirmek ve en önemlisi para kazanmak için birkaç piyasa filmi yapar.Arzu ile Kamber,Tahir ile Zühre,Lüküs Hayat gibi halk hikayelerinden ve tiyatro metinlerinden senaryolaştırılmış filmler çeker.Ve zaman gelir Akad ilk önemli filmini yapar;Kanun Namına…

Kanun Namına,senaryosunu Osman Fahir Seden’in yazdığı ve Ayhan Işık’ın ilk kez kamera karşısına geçtiği ve ardından “star” olduğu,fazlasıyla önemli bir filmdir.Yalnız bu önemini sadece yukarıda bahsettiğim bu iki önemli olaydan almaz.Bu film,İtalyan Yeni Gerçekçilik akımında olduğu gibi,kameranın ilk kez sokağa çıkarıldığı ve olayların dış mekanlarda geçtiği ilk Türk filmidir.Ve reklamı da şöyle yapılmıştır sinemalarda “çok büyük özenle hazırlanmış bu filmde belki kendinizi dahi göreceksiniz!!”Film iş yapmış ve sinema eleştirmeleri tarafından da beğenilmiş yalnız biraz fazla Amerikanvari bulunmuştur.Lütfi Akad’ın adını ispatlayan film,Ayhan Işığı da “star” yapmıştır.Yıl 1952’dir ve Kemal Film, Kanun Namına filminden,çok para kazanmıştır.
Lütfi Akad’ı şu son yazdığım paragraf da dahil olmak üzere bir değerlendirdiğimizde,hemen her türde film çekmiş ve bu türlerin de hakkını fazlasıyla vermiş bir yönetmen olarak görmek mümkündür.Lakin Akad’ın amacı bu değildir.Evet yeri geldiğinde “Drakula İstanbul’da” filminin sanat yönetmenliğini yapmış,bununla da yetinmeyip bir de “Görünmeyen Adam İstanbul’da” adlı fantastik-korku filmini yönetmiştir ama,içinde yatan hep toplumsal meseleleri anlatan ve detlerinden,kuşkularından,amaçlarından beslenen bir sinemadır.Yıllar yılları kovalar,aradan “İngiliz Kemal”,“Altı Ölü Var”,“Katil” ve “Öldüren Şehir” filmleri geçer…Yıl 1955’i gösterdiğinde,Akad,Yaşar Kemal’in bir romanından uyarlayarak,Duru Film için çektiği,sinemasının ilk döneminin en olgun ürününü verir;Beyaz Mendil…
Diyalogların oldukça az olduğu,mizansenlerin dikkatlice tasarlandığı bu film, Akad’ın,“sinema nedir” sorusuna kısmen cevap bulduğu önemli bir filmdir.Akad bu filmde,diğer filmlerine nazaran çok daha sade bir dil yakalamayı başarmıştır.Filmin diğer bir artısı da,“köy gerçekçiğini” ustaca irdelemiş olmasıdır.Filmin öyküsü kadar müzikleri de orijinaldir.Taşlar yerine oturmuş,Akad her şeyi ile tam bir “orijinal” film yapmayı başarmıştır.
Aradan geçen birkaç sene ve bununla beraber çekilen piyasa işi birkaç melodramdan sonra,Akad,ilk başyapıtını verir;Yalnızlar Rıhtımı…

Yıl 1959’dur.Akad 10 yıllık deneyimli bir sinemacıdır.Deneyimlidir çünkü her yıla en az bir film sığdırmış,geriye dönüp de sinema serüvenine baktığında ardında önemli ve yeteri kadar iş yapmış,birkaç filmi vardır.Senaryosunu,Fransız Şiirsel Gerçekçilik akımdan bolca etkilenerek Attila İlhan yazmakta,lakin adı dönemin “kara listesin”de olduğu için Ali Kaptanoğlu adını kullanmaktadır.Film,Yoakim Filmeridis’in –ki bu filmden önce birkaç filmde berber çalışmışlar ve çok iyi işler çıkarmışlardır- muazzam ışık kullanımı ve Akad’ın sade ve tek plan sahneleri ile dönemin eleştirmenlerinden ve sinema izleyicisinden tam not almıştır.Akad yine “denemektedir”.Diğer tüm filmlerinde olduğu gibi,sanki en son filmi en iyi filmi olacakmışçasına,sanki tüm bu denemelerini o son filmine saklarmışçasına denemektedir.Zoom ve kaydırma gibi kamera hareketlerinden oldukça uzak durmayı denemiş ve bu şekilde bir dil –sade bir dil- yakalamayı başarmıştır.“Kameranın kararlı olarak ileri geri hareketi yok,ancak durduğu yerden oyuncuyu izliyor.Yalnızca iki yerde,o da kısa olmak üzere kaydırma var.Oyunculara odak noktası mercek olmak üzere derinliğine hareket veriliyor,gerektiğinde kesme yapılmadan yakın ölçeklere kadar yaklaşabiliyordum.Sonuç olarak,oyuncuların devinimleri,uzayda birbirinin içinden geçen bir tür geometri çizimleri yaratmış oluyor…” diyerek bahsettiği ve tam anlamıyla başarılı bir sonuç aldığı bu deneme,Akad sinemasının da temel taşını oluşturmaktaydı.Akad’ın filmlerinde yakın plan,zoom,kaydırma,,pan ve tilt neredeyse yok denecek kadar azdı.Kamerayı bir yere koyuyor ve oyuncularının,kadrajın çizdiği sınırlar içerisinde,kadrajın evreninde hareket etmesini istiyordu.Teknik yeterlilik dışında oyuncu yönetimi de önemliydi Akad’ın sinemasında ve bu filmde Çolpan İlhan’dan,Sadri Alışık’tan ve Turgut Özatay’dan tam manasıyla gerekli performansları alıyordu.Bir film daha bitmiş,Akad cebine en kalitelisinden bir filmini ve tonlarca deneyimini koymuş,artık asıl amacı olan “sosyal dava”ya doğru,sağlam adımlarla ilerliyordu.Yıl 1962’yi gösterdiğinde,büyük edebiyatçı Orhan Kemal ve daha önce Kanun Namına’da berber çalıştıkları Ayhan Işık ile bir araya gelecek ve “Üç Tekerlekli Bisiklet” i çekecekti…

Orhan Kemal’in bir hikayesinden,Vedat Türkali’nin senaryolaştırdığı film,Akad’ın bir diğer önemli filmi,hatta ikinci başyapıtıdır.Çekim planlarını en ince detaylarına kadar kendi elleriyle çizmiş,iç mekandaki her dekor ve aksesuarı elleriyle yerleştirmiştir.Diğer filmlerinde –özellikle Kanun Namına filminde- üzerinde durduğu “kıstırılmış adam” teması burada hat safhaya çıkmış,işin içine bir de psikolojik olarak “kıstırılmış kadın” eklenmiştir.Film bu anlamda okunduğu zaman,dört başı mahmur iki karakterin sürükleyip götürdüğü bir kenar mahalle hikayesidir.Film yaralı bir adamın,tek çocuğu ile yaşayan dul kadının evine zorla girip saklanması ile başlar.Bu sade cümleyi aynı sadelikte filme aktarmayı başarmış bir yönetmendir Akad ve ustalığı da bu yüzdendir.Çünkü detayları genel planlarda verebilme becerisine çok az yönetmen sahiptir gerek Türkiye’de gerekse dünyada.İşte Akad,bu beceriye sahip ilk –ve çoğu anlamda tek- Türk yönetmenidir.

Akad,takvimler 1967’yi gösterdiğinde,iki önemli filmine daha imza atar.Bunların ilki,öyküsünü Yılmaz Güney’in yazdığı –ve oynadğı-,daha sonra Akad ve Güney tarafından derlenip toparlanıp,senaryo haline getirilen “Hudutların Kanunu”dur.İkinci film ise,Nazım Hikmet’in senaryosunu yazdığı “Kızılırmak-Karakoyun”dur.Akad bu filmde de Yılmaz Güney’le çalışır fakat bu kez Güney yalnızca oyuncu olarak görev almaktadır.Yıllmaz Güney-Lütfi Akad birlikteliğinden ortaya çıkan bu iki eser de eleştirmenler tarafından beğenilmiş fakat gerçekleri yansıtmadığı –hatta yanlış yansıttığı- gerekçesi ile çok fazla üzerinde durulup,tartışılmamıştır.Akad bu filmlerinde de “denemiş” ve iyi sahnelere imza atmıştır.Hudutların Kanunu filminin dağda geçen silahlı aksiyon sahneleri,son derece ritmik ve aksiyonun hızını hissettiren kompozisyonlarla ve kesmelerle gerçekleştirilmiş,filmin yer yer hareketli temposu en doğru sinemasal dille verilmiştir.Kızılırmak-Karakoyun filminde hikayenin geçtiği mekanlar son derece başarılı kullanılmış,oyunculuklar ise göz doldurmuştur.Güney ile Akad son olarak “Kurbanlık Katil” filminde beraber çalışmış,lakin bu film bir piyasa filmi amacı ile yapıldığından belirli kalıpların dışına çıkamamıştır.Gelecek yıllar içinde Güney ve Akad berber “İnce Memed” ve “Bebek” adlı iki proje daha gerçekleştirmek isteyecekler ama 12 Mart döneminde sansürden geçemeyen bu projeler yüzünden,belki nice kaliteli film yapacak bu iki ustanın işbirliği yalnızca üç filmde sınırlı kalacaktır.

Aradan geçen bir sene içinde,Hudutların kanunu şöyle yanlış,Kızılırmak-Karakoyun gerçek Anadolu kültürünü verememiş tartışmaları sürerken,Lütfi Akad,en önemli filmlerinden biri daha gerçekleştiriyordu;“Vesikalı Yarim”…
“Alnımdaki bıçak yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin yadigârın;
"İki elin kanda olsa gel" diyor,
Telgrafın;
Nasıl unuturum seni ben,
Vesikalı yârim?”
Meslek yaşantısında,birkaç tane de melodram yönetmiş olan Akad,bu sefer de aynı türde bir film yapıyordu fakat,bu filmi farklı kılan bir kaç önemli özellik vardı.Bunlardan en önemlileri,Sait Faik’in “Menekşeli Vadi” adlı hikayesinden esinlenilerek yazılmış senaryosu ve Orhan Veli’nin “Tahattur” adlı şiirinin finalinden aldığı ismi…Bu filme dair bir ödev hazırlamıştım.Bunu ödevime ek olarak koyacağımdan filmle ilgili daha fazla detaya girmeyeceğim…

Bu filmden sonra başlayacak olan,Gani Turanlı-Lütfi Akad birlikteliği,Lütfi Akad sinemayı bırakıncaya dek devam edecek ve ikili; “Yaralı Kurt”,“Gökçe Çiçek”,göç üçlemesi olan Lütfi Akad’ın üç başyapıtı;“GELİN”-“DÜĞÜN”-“DİYET” ve sinemayı bıraktıktan sonra televizyona yaptığı,birbirinden değerli 4 film;“Diyet”,“Topuz”,“Ferman” ve “Pembe İncili Kaftan”ı ve de son olarak Orman belgesellerini beraber,sırt sırta,omuz omuza yapacaklardı…

“Yaralı Kurt” ve “Gökçe Çiçek” fazlasıyla başarılı olmalarının yanında Lütfi Akad’ın maalesef ki en az bilinen ve en az takdir edilmiş filmleridir.Yaralı Kurt’ta kiralık bir katilin hayat hikayesini,Gökçe Çiçek’te ise Anadolu’dan bir halk hikayesini anlatan Akad,bu iki filminden Gökçe Çiçek’i oldukça benimser ve sahiplenirken,Yaralı Kurt ile ilgili şöyle demektedir;“Bu tarz filmleri yapmaktan hep kaçınmışımdır…” Nedeni ise oldukça basittir.Film bir piyasa filmidir ve yapımcının “Cüneyt Arkın’ın oynayacağı bir film yap” önerisi ile hareket edilerek yapılmıştır.Ama en klişe senaryolar,en basit melodramlar,en popüler müzikaller,en uçuk kaçık fantastik filmler ve en destansı hikayeler onun elinde yeniden doğup,bambaşka bir ete kemiğe bürünmemiş midir?
Ve az gittik uz gittik,dere tepe düz gittik,geldik başyapıtlara;“Gelin”-“Diyet”-“Düğün”. Uzun meslek hayatı boyunca,bir yönetmenin deneyebileceğinden çok daha fazla tür denemiş ve sonunda,ona adını,“usta” unvanını kazandıran,üç başyapıtını çekmiş olan Akad,bu üç filmle sinemaya veda ediyordu.Yorgunluğundan,yıpranmışlığından ,acılarından aldığımız dersler bir yana,her biri birbirinden değerli,tertemiz filmografisinde,izleyip ders almamız, ve analiz etmemiz gereken bir çok film var.Son üç filminde de hemen hemen aynı oyuncu kadrosunu kullanıp,üç bambaşka öykü anlayıp,üç ayrı tat yakalamak,herhalde ustalığın en büyüğüdür.Hülya Koçyiğit,Kamuran Usluer,Kerem Yılmazer ve Erol Günaydın’ın üç filmde de yer alması ve her biri farklı karakterleri başarıyla canlandırmalarının ardında müthiş bir oyuncu yönetimi olduğunun umarım farkındayızdır.Bir “göç üçlemesi” olan bu önemli filmlerin hepsinde,kalabalık bir ailenin,doğu illerinden birinden –Adana’dan,Urfa’dan..vb- İstanbul’a gelip,şehir hayatına ayak uydurarak yaşamaya çalışmaları,değişmeleri, yozlaşmaları, farklılaşmaları ve birbirlerine dahi yabancılaşmaları,sade ve tertemiz bir dille anlatılmıştır.Akad bu 3 filmle mesleğinin zirvelerine tırmanmış,yorgunluğundan ve yaşından olsa gerek,zirvede iken sinemayı bırakmıştır…
Birkaç yıl sonra,Orman belgesellerini,TRT için 4 adet Ömer Seyfettin uyarlaması –Diyet,Topuz, Ferman,Pembe İncili Kaftan-,79’da yine TRT için 4 adet edebiyat uyarlaması –Çekiç ve Titreşim,Emekli Başkan,Isı,Kuma- ve son olarak 90’lı yıllarda Dört Mevsim İstanbul:Doğuş-İstanbul Bir Kavgadır-İstanbul Bir Özlemdir-İstanbul Bir Şarkıdır adlı filmleri çekti.
Büyük ustayı saygı ve hürmetle selamlıyor,onun yolundan ilerleyen bir sinema öğrencisi olarak,sanatına duyduğum saygı ve sevgiyi bir araştırma olarak yazıp yayınlamaktan onur ve gurur duyuyorum…Sağlıkla kal LÜTFİ Ö. AKAD…
FİLMOGROFİSİ
- Vurun Kahpeye 1948
- Lüküs Hayat 1950
- Tahir ile Zühre 1951
- Arzu ile Kamber 1951
- Kanun Namına 1952
- İngiliz Kemal 1952
- Altı Ölü Var 1953
- Katil 1953
- Çalsın Sazlar Oynasın Kızlar 1953
- Bulgar Sadık 1954
- Vahşi Bir Kız Sevdim 1954
- Kardeş Kurşunu 1954
- Görünmeyen Adam İstanbul'da 1954
- Meçhul Kadın 1955
- Kalbimin Şarkısı 1955
- Ak altın 1956
- Kara Talih 1957
- Meyhanecinin Kızı 1957
- Zümrüt 1958
- Ana Kucağı 1958
- Yalnızlar Rıhtımı 1959
- Cilalı ibo'nun Çilesi 1959
- Yangın Var 1959
- Dişi Kurt 1960
- Sessiz Harp 1961
- Üç Tekerlekli Bisiklet 1962
- Tanrı'nın Bağışı Orman 1964
- Sırat Köprüsü 1966
- Hudutların Kanunu 1966
- Kızılırmak Karakoyun 1967
- Ana 1967
- Kurbanlık Katil 1967
- Vesikalı Yarim 1968
- Kader Böyle İstedi 1968
- Seninle Ölmek İstiyorum 1969 [renkli]
- Bir Teselli Ver 1971
- Mahşere Kadar 1971
- Vahşi Çiçek 1971
- Yaralı Kurt 1972
- Gökçe Çiçek 1973
- Gelin 1973
- Düğün 1974
- Diyet 1975
- Esir Hayat 1974
- Diyet 1974
- Topuz 1975
- Pembe İncili Kaftan 1975
- Ferman 1975
- Çekiç ve Titreşim 1979
- Emekli Başkan 1979
- Isı 1979
- Kuma 1979
- Dört Mevsim İstanbul:Doğuş 1990
- Dört Mevsim İstanbul:İstanbul Bir Kavgadır 1990
- Dört Mevsim İstanbul:İstanbul Bir Özlemdir 1990
- Dört Mevsim İstanbul:İstanbul Bir Şarkıdır 1990
2 yorum:
“Olsa olsa bir tutkudur sinema…Akıllı uslu insan işi değildir,tutkulu insan işidir…”sözü kısa bir özt geçiyor anlatılanlara...Paylaşım için teşekkürler.
Lütfi Akad'ın sinemacılığından söz ederken.nedense Esir Hayat filmi sadece ismen geçer ve filmin özelliklerinden hiç bahsedilmez.Oysa ki Esir Hayat filminin taşıdığı özelliklerin büyük bir kısmı bana göre Lütfi Akad'ın yönetmenliğinin bir özetidir.Tamamı Kıbrıs'ta çekilen ve Kıbrıs olayları ile ilişkisi olmayan ilk Türk filmi olması yanında,filimdeki yerinde ve zamanında yapılan az sözle çok anlam taşıyan nefis diyaloglar, oyuncu kadrosunun yarattığı sinerji ve oyuncuların vücut dillerini çok iyi bir şekilde kullanmaları.Aynı zamanda çekim mekanının örf,anane ve kültürünün seyirciye yansıtılması gibi..
Yorum Gönder