22 Mart 2008 Cumartesi

"ANLAT İSTANBUL" ADLI FİLMİN,"KODLAMALAR" ÜZERİNE ANALİZİ


Anlat İstanbul adlı film,5 bölümden oluşmaktadır.Bu bölümlere ve içeriklerine geçmeden önce filme dair birkaç bir şey yazmak istiyorum.

Filmin,ülkemizde,daha önce denenmemiş bir yöntemle çekilmesi,yani 5 ayrı yönetmen tarafından çekilmesi beni çok heyecanlandırmıştı sinemaya gitmeden önce.Sinemada filmi izlediğimde ise,altından kalkılmış ve gerçekten başarılmış bir film olduğunu düşünmüştüm.Aradan üç sene geçti ve filmi ara ara dvdsinden izlerim ve hala aynı tadı alırım.Nedenlerinden birisi(ve bence en önemlisi),film,başarılı bir senaryoya sahip.Bir kesim tarafından film karmaşık bulunsa da,bence izleyici eğer kendini hikayeye kaptırsa,filmi düzgünce izlemeyi ve anlamayı başarıyor.İkinci bir nedense,filmin oyuncu kadrosunun son derece profesyonel ve başarılı oyunculardan oluşuyor olması.Her bölümde,istisnasız herkes,o kadar güzel ve o kadar doğal oynamış ki,ister istemez insan filme hayran kalıyor.Ve müziklerin filme kattığı o sonsuz güzellik de cabası…

Şimdi lafı çok uzatmadan,filmin bölümlerine ve içeriğine bir bakalım ve bölüm bölüm irdeleyelim Anlat İstanbul’u…

1-)Fareli köyün kavalcısı=Günümüz klarnet ustası bir sanatçı=Yönetmen:Ümit Ünal

2-)Pamuk Prenses ve 7 cüceler=Günümüz güzel ve varlıklı bir bayanı,şehirde yaşayan ve kardeşleri(7 erkek kardeşi)tarafından terkedilmiş,bayan bir cüce=Yönetmen:Kudret Sabancı

3-)Cinderella=Günümüz hayat kadınlarından birisi=Yönetmen:Selim Demirdelen

4-)Uyuyan güzel=Günümüz akıl hastası,eski bir köşkün tek varisi olan bir kadın=Yönetmen:Yücel Yolcu

5-)Kırmızı Başlıklı Kız=Günümüz mafya patronu eşinden ayrılmış ve onun gölgesinden kurtulmak isteyen bir kadın=Yönetmen:Ömür Atay


Bu yukarıda yaptığım sıra,filmin hikaye olarak,kronolojik akış sırasıdır.Bu maddelerde,kim,hangi karakterleri kullanarak,hangi eski masalı bizlere anlatmış onları yazdım ve şimdi bu maddeleri sırasıyla açıklayacağım…

1-)Fareli köyün kavalcısı:İlk masalımız fareli köyün kavalcısı.Bu hikayede,fareli köyün kavalcısı karakterini,yönetmen ve senarist Ümit Ünal,klarnetçi bir karakterle özdeşleştiriyor ve hikayesini bu bağlamda oluşturuyor.Dersinizde işlediğimiz,gösteren ile gösterilenin farklılaşması durumundaki,farklı kodlamaların bize yansıması ve kafamızdaki kodların bir anda yıkılmasını,bu ilk hikaye ile başlatıyor yönetmen.Klasik bir batı masalının karakteri,bir anda ülkemiz topraklarında,İstanbul’un göbeğinde klarnet çalan bir adam haline geliveriyor ve bir anda masala dair kodlamalarımız yerini,filmin bize yüklediği kodlamalara,olay örgüsüne bırakıveriyor.Bunun ardından senarist,günümüz şartlarının,günümüz “kolayca yapılan namussuzluklarının” bir panoraması niteliğinde,fareli köyün kavalcısının karısının,kocasını aldattığını göstererek,sert bir inişle,“bu bir İstanbul hikayesidir!” diyiveriyor.Burada izleyiciyi iki yol bekliyor işte;ya masalmışçasına pembe bir pencereden olayı gözlemleyecek,ya da görmekte olduğu hikayeyi özümseyerek,gerçekçi tarafından tutarak filmi izlemesine devam edecek.Ben ikisinin ortasında bir yerden(ama İstanbul’da geçmekte olan bu hikayenin,gerçekçi yanının daha ağır bastığı bir noktadan)filme baktığımda çok tat alıyorum hala.

2-)Pamuk prenses ve 7 cüceler:İkinci masalımız,pamuk prenses ve 7 cüceler.Bu klasik batı masalından hatırlayacağınız üzere,pamuk prenses ormanda yolunu kaybeder ve bir kulübeye girer.Kulübe ufacık masalar,ufacık yataklar görür,başlarda bir anlam veremez ama yorgun olduğu için kulübede uyuyakalır.Madendeki işlerinden geri dönen 7 cüceler,evlerinde gördükleri bu insana önce düşmanlık duyarlar ama sonrasında onu sevmeye başlarlar……..ve sonunda kötü kraliçe kıpkırmızı bir elmayı pamuk prensese verir,pamuk prenses elmayı yer ve zehirlenip uykuya dalar.Sonunda beyaz atlı prenses gelir ve kraliçeyi öperek onu uyandırır.Masalımız da burada biter.Ama filmimizin masalı burada bitmez ve ilk başladığı yerden de başlamaz.

İdil karakteri,babasının öldürüldüğünü duyduğu anda hastaneye koşar ve orada üvey annesi(kötü kadın=kötü kraliçe)ile karşılaşır.Kadına bağırıp çağırmaya,babasını onun öldürdüğünü sürekli yüzüne haykırmaya başlar.Kadın,yani kötü kraliçe,babasını öldürtmüştür ve sıra şimdi ondadır.Bir adam tutar ve İdil’i öldürmesi için ona emir verir.Bu kişi de İdil’in çok sevdiği,babasının sağ kolu Ramazan Abi’dir(avcı karakteri ama insaflı bir avcı değil,hikaye burada deformasyona uğruyor).Ramazan tam İdil’i öldürecektir ki,karşısına,7 erkek kardeşi tarafından dışlanmış,bayan bir cüce çıkar(yedi cüceleri,bir karakterde çok güzel anlatmış.bunu sağlayan da kadın cücenin ufak bir tiradı).Buna engel olur ve hikayemiz burada biter.

Bu hikayede de,pamuk prenses yedi cüceler masalı,göndermeler yapılarak(ki en büyük gönderme,İdil’in üvey annesinin,hastane odasında,acı tebessümlü yüzünü,ayna karşısında seyretmesidir)anlatılmış,bu,belki de en çok bilinen ve özümsenmiş masal,bir anda şehrimize ve yaşantımıza uyarlanmıştır.Kodlamalarımız,bayan cücenin çıkması ile bir kez daha yıkılmıştır.

3-)Cinderella:İşte üçüncü masalımız.Bu klasikte de,“iyiliğin ve dürüstlüğün her zaman kazanacağı” masum ve güzeller güzeli bir kız üzerinden anlatılırken,filmde bir anda Cinderella yerine,orospuluk yapan,transseksüel bir karakter çıkıveriyor.İlk darbeyi,kafamızdaki,“masum,iyilik yapmak için yeri geldi mi aç kalan,namusuyla yaşayan,fakir ama gururlu kız” tabusunun yıkılması ile alıyoruz.Ayakkabıcı dükkanında çalışan genç bir çocuğa aşık olan Banu(Cinderella),ayakkabıcı çocuk Fiko(balo tertipleyen varlıklı pens),Banu’nun pezevengi Mazlum(kötü ikiz kızların kötü annesi) ve onun çalıştırdığı iki orospu(kötü ikizler) ile masala giriveriyoruz.İlk başlarda boşa koysak dolmuyor,doluya koysak almıyor,nasıl olur diyoruz,bocalıyoruz ama hikaye öylesine güzel işliyor,olay öylesine güzel akıyor ki,kendimizi kaptırıveriyoruz.Hatta saat tam 12’yi vururken,Haydarpaşa tren istasyonundan koşarak kaçmakta olan Banu karakterinin,ayakkabısının topuğu kırılmıyor mu,işte o an bu deformasyondan en zevk aldığımız anı izliyor oluyoruz.

Diğer masallara baktığımız zaman,gönderme yapılan “iyi” masal karakterlerinin yerine de,bizlerden “iyi kalmayı becermiş” karakterler koyan senaristimiz,bu masalda,transseksüel bir karakteri karşımıza çıkartıveriyor(diyeceksiniz ki,kendi isteği ile olmamış ya,kandırmışlar.Ama o an hikayenin içinde en kötü durumda ve ortamda kalan,kendisini satıp para kazanan karakter o).Burada da senaristin usta kalemi,bu olayı sağlam karakterlerle bezeyip karşımıza sunuyor ve bu acı “İstanbul gerçeği” ile bizi karşı karşıya bırakıyor.Gösterilen ile gösteren arasındaki ilişki,deforme olmakla,uyarlanmakla kalmıyor,paramparça oluveriyor.

4-)Uyuyan güzel:Dördüncü masalımız da bu;Uyuyan güzel.Ne güzeldir değil mi,uyuyan güzel(adı üstünde uyuyan “güzel”)Bir kral olan babası,şarktan garba kadar,her ilden,her köyden bir hekim getirmiştir ama uyuyan güzel bir türlü uyanmamıştır.Ta ki,gerçek sevgiyi buluncaya kadar.Buraya kadar çok güzel,klasik bir batı masalı ile yine karşı karşıyayız.Ama senaristimiz yine yapacağını yapıyor ve uyuyan güzelimizi,akli dengesi yerinde olmayan,babasından kalma bir konakta,eski dekorlar içinde sürekli uyuyan ve gerçek aşkını(eski bir İstanbul beyefendisini) bekleyen bir kadın olarak sunuyor bizlere.Yine allak bullak oluyoruz.Üstüne bir de bu deli kadının(Saliha’nın),konak satılsın diye sürekli üzerine geldiği abisi eklenince masal bambaşka bir hal alıveriyor.

Masalın geçtiği büyülü atmosfer,özellikle,bir saray havasından çok da uzak kalınmasın diye,eski bir konak olarak seçiliyor ve karakterler,yukarıda belirttiğim gibi bu minvalde yazılıyor.Masalın en ilginç yanı ise,gerçek sevgiye sahip prensi,bir Kürt gencinin oynuyor olması.İşte o anda,gösterilenin göstereni bizden biri oluyor ve masalın bir,İstanbul masalı olduğuna inanıyoruz.

5-)Kırmızı başlıklı kız:İşte son masalımız.“Senin gözlerin neden bu kadar büyük anneanne?Seni daha iyi görebilmek için yavrum…Peki ya ellerin,ellerin neden bu kadar büyük?Seni daha iyi sevebilmek için yavrum.” repliklerinin yerini “Gözlerin ne kadar büyük Mahir abi…Mahir:Görünmeyen şeyleri görmek için…Kulaklarında kocaman…Mahir:Saçmalamayı kes ve beni dinle,herkes beni kötü kurt olarak görür ama aslında yufka gibi bir kalbim vardır” replikleri alıverir.

Bu son hikaye,bütün bu hikayelere nazaran daha naif bir şekilde ilerler ve baş karakterin giydiği kırmızı başlıklı tişört ile,direkt olarak,masalımıza çok radikal bir gönderme yapılır.Böylece izleyici,diğer hikayeler ve karşılığı olan masalları eşleştirirkenki çabayı,bu hikayede çok fazla göstermez.Çünkü göstergeler son derece açık bir haldedir ve hikaye aynı yalınlıkla akıp gider,sonuç olarak da finali hazırlar.

Final:Finalde,klarnetçimiz(fareli köyün kavalcısı),bayan cüceyi ve kurtardığı kızı(pamuk prenses ve yedi cüceleri),fahişelik yapan kadını ve onun kurtarıcısını(Cinderella ve ona sihirli değnekle dokunan iyi periyi) peşine takar ve Galata Köprüsü’nün üzerinde yürümeye başlarlar.Yürürler…yürürler…yürürler ve bir çocuğun elindeki masal kitabının kahramanları olarak varlıklarını sürdürmeye devam ederler.Tıpkı diğer masalların varlıklarını sürdürdüğü gibi…

Son olarak;filmin kamera arkasında,Ümit Ünal şöyle diyor;“Doğu doğudur,batı batıdır,ikisi asla bir araya gelemez” diye Kipling’in bir sözü var,ben buna katılmıyorum.Halbuki her yerde yaşanan,aynı duygular…”.Ve bu cümle ona,senaryoyu yazarken mihmandarlık ediyor.Bu batı hikayelerinin gösterilenleri ile gösterenleri arasındaki uyum ve bu kodlamalar aklımıza o kadar kazınmış ki,filmi izlerken bazı zamanlarda bir anlığına o masala gidiveriyoruz(bilinçli olarak senaristin yazdığı kelimeler,çektiği planlar bunu sağlıyor).Ama ardından gelişen bir olayla,hemen gerisin geriye hikayeye dönüveriyoruz.Film masalla,günümüz “İstanbul hikayeleri”ni çok iyi özdeşleştiriyor ve film,isminden de anlaşılacağı üzere,bize bir sürü masallar anlatıyor…

25 Şubat 2008 Pazartesi

"ŞİMDİ SİZLERE BÜYÜK,ÇOK BÜYÜK,BELKİ DE EN BÜYÜK BİR AŞKIN HİKAYESİNİ ANLATACAĞIM..." ARABESK FİLMİNİN ANALİZİ


"Arabesk Filminin Analizi",yazımın başlığında da belirttiğim gibi,film şu iddialı cümle ile başlar;"Şimdi sizlere,büyük...Çok büyük...Belki de en büyük bir aşkın hikayesini anlatacağım..." ve ekler "Ağa kızı Müjde ile yanaşma oğlu Şener'in hikayesidir bu..."Bu cümlelerden de anlaşılacağı gibi "Arabesk" filmi,şu ana kadar sinemamızda yapılan bütün arabesk filmlerin,masalsı melodramların ve konusu "birbirini seven iki insan"dan öteye geçemeyen aşk filmlerinin bir resmi geçitidir.Analizini yapacağım ilk filmi seçme aşamasında,sinemamızın -ne yazık ki- çok büyük bir dönemine damgasını vurmuş olan "arabesk film furyası"nı çok iyi bir dille eleştiren ve hatırlatan bir film olduğunu düşündüğüm,-bence- Türk Sinema Tarihi'nin en komik 10 filmi arasında ilk üç içinde yer alacak bir film olan,"Arabesk" filmini anlatmayı uygun gördüm.Film bir klişelik ve basitlik eleştirisidir.Elbette ki,filmde bundan çok daha fazlası vardır ama Ertem Eğilmez(1) bu sefer,sinemasında sürekli gözlemlediğimiz "küçük insanların hikayesi"nden yola çıkarak,bir "Popüler Türk Sineması" kolajı sunmaktadır.Şunu da özellikle belirtmek isterim ki,bu filmde amaç,filmlerimizle alay etmek değil,eleştirmek,izleyiciye acı bir dille ama bir o kadar da eğlenceli bir şekilde,yıllarca kanıp da zevkle izlerken,gözyaşlarını tutamadığı filmlerin "öz"ünü,kahkahalarla hatırlatmaktır.


Senaryosunu Gani Müjde'nin yazdığı film,Ertem Eğilmez tarafından,1988 yılında çekilmiş,başrollerini Şener Şen(Şener),Müjde Ar(Müjde),Uğur Yücel(Patron Ekrem) ve Necati Bilgiç(Kaya) paylaşmıştır.Filmin yapımcılığını,Ertem Eğilmez'in sahibi olduğu "Arzu Film" ve İlker İnanoğlu'nun film şirketi "Erler Film" ortaklaşa yapmıştır.Film bir anlamda,komedi filmi özellğinin yanında,"müzikal film" olma özelliğini de kenarından köşesinden taşımaktadır.Filmde,Şener Şen ve Müjde Ar'ın söylediği şarkıların sözleri,geçen hafta kaybettiğimiz Aysel Gürel'e,besteleri de Atilla Özdemiroğlu'na aittir.Katılmış olduğum bir sinema söyleşisinde,Yavuz Turgul(2) şöyle anlatmıştı "Arabesk" filminin senaryo yazım aşamasını;"Ertem abi,ben bugüne kadar film çekmedim derdi.Senaryoyu kafasında uzun uzun planlayıp kaba olarak şekillendirmişti ve sık sık ben,Şener(Şen),Gani(Müjde),Ümit(Ünal),Müjde(Ar),ardından filmde yer alacağını öğrenmesiyle aramıza katılan Uğur(Yücel) oturup filmin senaryosunu şekillendiriyor,fikirler üretiyor,bir o kadar da gülüyorduk..."(3).Filmin müthiş diyaloglarının ve hafızalarda yer etmiş oyunculuklarının nedenini bu toplantılar olarak görüyorum.Çünkü geriye bakıp düşünüldüğü zaman,toplantıda ki isimler,Türk Sinema'sının kabuk değiştirmesini sağlayan ve bu konuda büyük çabalar vermiş önemli insanlardan birkaçıdır.



Filmde söylenen bütün şarkılar,Şener Şen ve Müjde Ar tarafından seslendirilmiştir.Filmin başroller dışında ki,oyuncu kadrosu da bir hayli zengindir.Üstün Asutay,Orhan Çağman,Kadir Savun,Coşkun Göğen(Tecavüzcü Coşkun),Tarık Pabuççuoğlu,Rasim Öztekin,Doğu Erkan filmin zengin oyuncu kadrosundadırlar.Film o sene hasılat rekorları kırar ve Türk Sineması'nın en çok izlenen filmi ünvanını alır.Şener Şen,Müjde Ar,Uğur Yücel ve Necati Bigiç'in performansları ise,sinema tarihimize adını altın harflerle yazdırmıştır.

"Arabesk" filminin karakterlerini,inceleme altına alırsak;


Yanaşma oğlu Şener(Şener Şen):Türk Sineması'nda bir döneme damgasını vuran,arabesk film furyasının,"türkücü" ya da "arabeskçi" başrol oyuncularının,bir prototipidir Şener.İbraim Tatlıses gibi türkü söylemekte,Ferdi Tayfur gibi,ağanın adamlarından dayak yemektedir. Fakirdir, mazlumdur,acılar çekmektedir ve ağa kızı Müjde'ye aşıktır.Elbette ki ağa,kızını Şener'e vermemektedir.Çünkü Şener'in parası yoktur ve "bir yanaşma parçası"dır ve sonunda talih onun da yüzüne gülecek,bir "arabesk starı" olacaktır.



Ağa kızı Müjde(Müjde Ar):Yine,dönemin arabesk film furyasının,"zengin ağa kızı" karakteridir. Bu karakteri daha öncelerinde Necla Nazır,Perihan Savaş gibi dönemin önemli bayan oyuncuları oynamış ama Müjde Ar kadar hafızalarda yer etmemiştir.Çünkü Müjde Ar,hem Perihan Savaş,hem Necla Nazır,hem de diğer tüm arabesk filmlerin kadın oyuncularının bir birikimini oynamıştır.Babası onu zengin bir aileye vermek istemektedir.Ve Müjde'nin düğün gecesi kaçması ile film başlar.



Gazino patronu Ekrem(Uğur Yücel):Arabesk filmlerin,inşaatta türkü söyleyen fakir fukara adamları,keşfeden ve kartını verip;"bu kartım...beni ara....seni sahneye çıkartacağım..."dediği,eğer şöhret ettiği bir kadınsa,ona sahip olmak için,elinden gelen tüm kötülükleri yapan ve şöhret ettiği kadının fakir ama gururlu sevgilisini,eşek sudan gelinceye kadar dövdüren,karizmatik gazino patronunu karakteridir,Uğur Yücel'in canlandırdığı.Sesini ve saç tarzını,"Godfather" filminin Don Carleone(Büyük aktör,Marlon Brando)sinden alan Ekrem,filmin sonunda,kavuşamayan sevgilileri birleştirmek için büyük bir iyilik yaparken,vurularak hayatını kaybeder.



Kötü adam Kaya(Necati Bilgiç):"Ben Kaya...Kötülerin dostu,iyilerin düşmanı..."Bu cümle ile kendini özetler Kaya karakteri.Necati Bilgiç'in unutulmaz performansı ile Kaya karakteri ete kemiğe bürünmektedir ve o da,diğer oyuncular gibi,arabesk film furyasından kendine bir karakter seçmiştir.Erol Taş olmuştur,ağacın arkasından gülümseyerek çıkarken,Hüseyin Peyda olmuştur,dimdik durup boynunu kötülükle bükerken...Kısacası kötünün de acımasızı,adinin de aşağılığı bir adam olmuştur.Hel bir de,onu gördüğümüz anlarda çalan bir müzik vardır ki,o an anlarız kötü birşeylerin olacağını ve Şener ile Müjde'nin yine kavuşamayacağını....Örneğin sol üstteki karede,Kaya ameliyathaneden doktor kılığında çıkar ve Müjde'nin sorduğu soruya şöyle yanıt verir;"Üzgünüm bayan...Moderen tıbbın bütün imkanlarına rağmen Şener beyi kurtaramadık,az önce öldü..." ve maskenin indirilmesi ile malum müzik çalar:"Dı nıı nıı dınnnnn...tısss..."




19 Şubat 2008 Salı

ULUSAL ANLAMDA,TÜRK SİNEMA TARİHİNE BAKIŞ





Fuat Uzkınay'ın,"Ayestefanos Rus Abidesi'nin Yıkılışı"ndan bu yana yapılan Türk filmleri,bir çok farklı kategoride değerlendirilmiş,üzerine yazılar yazılmış,beğenilmiş,göklere çıkarılmış ama diğer yandan da,dışlanmış,yerden yere vurulmuş,sansüre takılıp kalmış ve hatta yakılmıştır.

Bütün bir sinemamıza geriye dönüp bakıldığında,filmlerimizin değerli-değersiz bir çok kişi ve şahıs tarafından masaya yatırılmasındaki kriterler hep tartışma konusu olmuş,bu konuda köşe yazıları,makaleler,tezler hatta kitaplar yazılmıştır.Yönetmenlerimiz,eleştirmenlerimize küsmüş,kavga etmiş,bunun sonucunda taraflar belirlenmiş,belirli eleştirmenler sadece belirli filmler hakkında yorumlar yazarak,"eleştiri" kavramı kısırlaşmış ve belli zamanlar bu tartışmalar,"seviyesizlik" boyutlarına kadar ulaşmıştır(günümüzde de örneklerini görmemiz çok zor değildir).Aslında çok daha büyük bir sorun vardır,Türk Sinemamızın başında;SANSÜR.

Sansür,sinemamızı kısırlaştıran,korkaklaştıran ve bir çok yönetmenimizi popüler filmler yapmaya yönlendiren çok büyük bir sorundur.Eğer öyle olmasaydı,neden Lütfi Ömer Akad* adlı,Tür Sinemamızın,"Ustasız sinemanın,ustası olan" yönetmeninin,sinemamızı sokağa taşıyan ve sinemamızda bir dönüm noktası olarak kabul edilen "Kanun Namına" adlı filmimizin senaristi Osman Fahir Seden,ilerleyen yıllarda,arabesk film furyasına katılıp,melodram filmler yönetmezdi.Sansür sadece yönetmenlerimizi değil,senaristlerimizi korkaklaştırmış ve kısırlaştırmıştı.Hatta ünlü bir senaristimiz,gençlik yıllarında,katıldığı bir sohbette "ben kahraman olmak değil,para kazanmak istiyorum" demiş,ilerleyeceği yolun ilk adımını bu şekilde atmayı tercih etmiştir.Bir dönem başak boylarının kısa olduğu gerekçesi ile Metin Erksan'ın,Aşık Veysel'in hayatını konu aldığı ilk filmi "Karanlık Dünyam",sansürden geçememiş,bir süre izleyiciyle buluşamamıştır.Bu tarz örnekler çoktur.Bu konuya zaten,ilerleyen zamanlarda "Sinemamızda Sansür" başlığında ayrı bir yazı ile değineceğim...

Yukarıda yazmış olduğum ve tamamen yüzeysel olarak bahsettiğim iki önemli unsur;eleştiri ve sansürün,sinemamızda işeleyiş tarzı,ne kadar bize ait ve bizden yola çıkılarak yapılmaktadır,bence tartışılması irdelenmesi gereken budur.Çünkü "Türk Filmleri" denildiği zaman,teknik bakımdan zayıf,abartılı diyaloglu ve akla mantığa sığmayan tesadüf ve olay örgüleri ile (ki bu tanım,sinemamızın 2. sınıf filmlerini anlatmaktadır) "bir şekilde kotarılmaya çalışılmış filmler" gelmektedir bir çok kişinin aklına.Aydın,entellektüel ve eğitimci kitlenin dışındaki izleyici olan birçok kişi,sinemamızı bu denli değerlendirerek,çok büyük yanlış anlaşılmaların ve kavram karmaşalarının doğmasına sebep olmaktadır.Oysa ki sinemamız "TÜRK SİNEMASI" dır ve sinemamız değerlendirilirken,bu hep unutulmuş,bir çok başarılı filmimiz,"batı sinemasının kriterlerine" göre değerlendirilmiştir.Bu,sinemamızın ifade gücüne vurulmuş çok büyük bir darbedir.Zaten devletin hiç bir desteği olmadan çekilmiş,sektörsüz bir sinemanın ürünü olan filmlerimizden,avantür olanlar,"Ben-Hur" filmi ile,sinemamıza yön veren toplumsal gerçekçi yapıtlar,De Sica'nın,"Bisiklet Hırsızları" filmi ile kıyaslanırsa,elbetteki filmlerimiz es geçilip,"yetersiz" olarak değerlendirilir.Doğru olanı ise,toplumsal ve dönemsel bakış açılarına sahip,olgun eleştirilerdir ki,en az yapılanı -hatta hiç yapılmayanı- budur.

Bize dair toplumsal değerleri,ülkemizin geçirdiği dönemleri,sorunlarımızı,insanımızın ve ülkemizin dünyanın neresinde durduğunu bilerek yapılsa idi eleştirmenlerin değerlendirmeleri ve sinemamızı pasifize edecek sansür uygulamarı en aza indirilse idi,gerek dünyanın,gerekse insanımızın "Türk Sineması"na bakış açısı daha farklı olacaktı,buna eminim...

Erhan Tuncer,Şubat 2008
"Kanun Namına" filminden kareler için tıklayınız: